AHISKA TARİHİNİN DÖNÜM NOKTALARI

21.03.2015 17:58

Ahıska şehri ve bu şehrin içinde yer aldığı bölge, Gürcü kaynaklarının

Sa-Atabagoolarak andığı Atabek Yurdu’ndan ibarettir. Bu bölgenin Türklük tarihi, Gürcü kaynaklarının da teyit ettiği gibi milattan önce İskender ordularının Kafkasya’ya

geldiği tarihlere kadar gitmektedir. Bu kaynaklar, bölgede Kıpçakve Bun-Türklerin yaşadığını hatta İskender ordusuna karşı çıktıklarını açık şekilde haber vermektedir.

 

      I.Tarihî göçler ve iskân dönemi (1080-1125)

 

Ahıska bölgesinin milattan önce ve sonraki Saka, Hazar, Urartuve Arap hâkimiyeti dönemlerini bir tarafa bırakarak bilhassa X. Yüzyıldan sonraki bin yıllık dönemine ışık tutmaya çalışalım. Bu bin yıllık zaman da birkaç tarihî döneme ayrılabilir. Bunların

ilki, eski yerlilere ilâveten güneyden Oğuz ve kuzeyden gelen Kıpçak Türklerinin bölgede iskân dönemidir. Sultan Alp Arslan’ın 1068 seferiyle alınan

Ahıska Bölgesi, onun ölümünden sonra Bizans’ın da yardımıyla Gürcistan’a geçmişti. Modern tarihlerde yer alan bilgilere göre, onun oğlu Selçuklu Sultanı Melikşah zamanında buralar yeniden Türklerin eline geçmiştir. Selçuklu Başbuğu Emir Ahmet’in

ordusu, 1080 yılı Haziran’ında Posof’un Kol Kalesi önlerinde ve bu köyün yaylalarında, Gürcü Kralı II. Giorgi komutasındaki Bizans-Bagratlı müttefik ordusunu mağlûp etmiştir. Bu bölge, Erzurum’da kurulan Saltuklu Beyliği’ne bağlanmıştır. Gürcistan da, Selçuklulara tâbi olmuş ve haraç vermeye başlamıştır. Böylece Ahıska, Ardahan, Oltu, Artvin ve Batum’a kadar olan bu geniş arazi, Müslüman Oğuz Türklerinin iskânına açılmıştır.

    Gürcistan Kralı David (1089-1125), Kuzey Kafkasya’da yaşamakta olan Kıpçak başbuğunun kızıyla evlenip akrabalık kurmuş ve onları Kafkasların güneyine davet etmiştir. Bu davet üzerine 1118 yılında yaklaşık 50.000 Kıpçak ailesi (250 bin

nüfusla) Kafkasları aşarak güneye inmiştir. Her aileden bir asker alan Gürcü Kralı, Gürcistan’da ilk defa muntazam bir ordu kurabilmiştir. Zira o zamana kadar Gürcistan’da daimî ve düzenli bir ordu bulunmamaktaydı.

     Kral David, yeni kurduğu orduyla, 1120 yılında Şirvan’a saldırmış ve Kabala şehrini zapt etmiştir. 1121’de Didgori’de Selçukluları yenmiş, 1122’de de 400 yıldan beri Müslümanların elinde bulunan Tiflis’i almış ve başkenti Kutayıs’tan buraya taşımıştır. Bu sebepledir ki Gürcü tarihi onu  Ağmaşenebeli/Kurucu olarak anmaktadır. David, yine bu orduyla Selçuklular üzerine yürümüş, Cavaxet, Ardahan, Kars, Anı, Pasinler, Oltu ve İspir’i almıştır. Malazgirt Zaferiyle başlayan Türk iskânını kırmış, buralarda yaşayan Müslüman Oğuzları çıkarmıştır. Boş kalan bu topraklara fetih hakkı olarak 1125 yılında Kıpçaklar yerleşmiştir. Zaten bütün bu zaferler de Kıpçakların gücüyle kazanılmıştır.

II. Gürcü devleti içinde güçlenme dönemi (1125-1268 )

 

    Zamanla ülkede nüfuz sahibi olan Kıpçaklar, Gürcistan’ın ordu, maliye ve devlet yönetiminde birinci derecede söz sahibi olmuşlardır. Vaktiyle yine Türkistan’dan gelmiş ve Gürcistan’da başkumandanlık makamını işgal etmiş olan Orbelliler, çok nüfuzlu bir sülâleydi. Kral III. Giorgi, kendisini Orbelli baskınından kurtaran ve gücünü ispat etmiş olan Kıpçaklı Kubasar Bey’i 1177 yılında başkumandan olarak tayin etmiştir. Böylece başkumandanlık Orbelli ailesinden Kıpçaklara geçmiştir. Kubasar Bey,

Gürcistan’ın en parlak dönemi sayılan Kraliçe Tamar zamanında Genelkurmay Başkanıydı. Yine bu dönemde devletin Maliye Bakanı Kutlu Arslan Bey, devlet yönetiminde asıl söz sahibi olan senatonun da başkanıydı ve Kraliçenin üstünde yetkilere sahipti. Gürcistan Ordusu Başkumandanı Kutlu Buğa Bey’i de bunlara ilâve edebiliriz.

      Kıpçaklar arasında öne çıkan ünlü ailelerden biri de Atabeklerdir. Bu hanedanın kurucusu, bugün harabesi ayakta kalmış olan Posof’un Cak Kalesi’nde outran İlbeylerinden Papa Sargis Bey’dir. Gürcü kaynaklarında bu ailenin adı, Jageli (Caklı) ve ülkesi de Sa-Atabago(Atabek Yurdu) şeklinde anılmaktadır. Atabek sözü hakkında Osman Turan şöyle yazmaktadır: “Selçuklularla birlikte İslâm dünyasına gelen ve onlardan Gaznelilere, Gürcülere ve daha sonraki devletlere intikal eden müesseselerden biri de Atabeklik müessesesi idi. Eyaletlere melik olarak gönderilen küçük şehzadelerin yetiştirilmesi ve işlerini idare etmesiyle görevli şahıslara Atabek deniliyordu. Şehzadeler büyüyünce de Atabekler, onların veziri, kumandanı veya müsteşarı oluyordu.”  

         KralDavid, Moğollara karşı savaşmak bahanesiyle Tiflis’e davet ettiği Caklı Sargis Bey’i zindana attırmıştı. Sargis’in askerleri Tebriz’de İlhanlı Kağanı Abaka Han’a şikâyet edince Kağan’ın emriyle serbest bırakılan Sargis Bey, Abaka Han’ın yanına giderek artık Kartli ile birlikte yaşayamayacaklarını bildirdi ve bağımsızlık talep etti. O da kendisini Ahıska Valiliğine tayin etti. Böylece 1268 yılında Ahıska’da bir Atabek Hükûmetikuruldu.

       Modern Türk tarihçilerinin pek bahsetmediği bu hükûmetin sınırları, Gürcü kaynaklarında ve tarih atlaslarında yer almaktadır. Ahıska’nın doğusundaki GürcülerinTaşiskaridedikleri - Taşkapı Boğazı’ndan başlayan bu sınır, güneyde Kağızman’a, batıda Hopa ve Batum’a kadar uzanmaktadır.

        Bu gelişmelerle beraber Atabek ailesi, Gürcü devleti içinde kuvvetli bir nüfuza sahipti. Hatta bu ailenin Moğol ordusu içinde de önemli bir yeri vardı. Bu tarihlerde Atabek Beka Bey’in düzenleyip yürürlüğe koyduğu kanunlar, Gürcü hukuk tarihinin temelini teşkil etmektedir. Gürcistan’da gerek Türklüğünü muhafaza ederek gerekse zaman içinde eriyerek Gürcüleşen muazzam bir Türk varlığından söz edebiliriz. Yüzyıllarca aynı ülkede birlikte yaşayan Türklerle Gürcüler arasında dil ve kültür alışverişi de olmuştur.

     N. Lomouri gibi Bazı Gürcü yazarları bu coğrafyadaki Türk varlığını yok sayarken G. Magalaşvili gibim bazıları da “küçük mikyasta” diyerek bölgede Kıpçak unsurunun rolünü küçük göstermeye çalışmaktadırlar. Kıpçakları konu alan bir Gürcü halk şarkısından da söz edilmektedir. Buralarda Kıpçaklar tarafından Sığnak adlı bir şehir kurulduğu gibi Kıpçak Köyü, Kıpçak Çayı, Kıpçak Manastırı, Kıpçakidze Ailesigibi isimler de bu hususta ayrıca sağlam fikir verebilir.

     III. Yarı bağımsızlık dönemi (1268-1578)

    Atabek Hükûmeti, İlhanlı Devleti zamanında vergisini Tebriz’e vermekteydi. Bagratlı kralları, onların kendilerinden bağımsız olmalarını kabul edemiyor, devamlı sıkıştırıyorlardı. Hâlbuki kendileri de bağımsız değillerdi! O zamanlar Gürcü kralları Cengizlilerin vergi memuru gibi yaşamaktaydılar. Tiflis’te de İlhanlı Valisi oturmaktaydı. Atabekler Trabzon Komnenosları ile de dost ve akraba olmuşlardı. Onlar da İlhanlı’ya vergi veriyorlardı.

     İlhanlılar, Gazan Mahmut Han zamanında (1295-1304) İslâmiyet’i kabul ettiler.

     1299’da Gürcistan tahtına çıkan Giorgi, bir çocuktu ve Atabekli Beka Bey onu himaye ediyordu. İlhanlı Devleti 1335 yılında sahneden çekilince Bagratlılar yeni hamlelerde bulundular. Fakat bu da uzun sürmeyecek, ülke 1386 yılında Timur’un atının ayağı altında kalacaktır. Hatta Timur, Kral Bagrat’ı esir alacaktır. Bagrat, Müslümanlığı kabul edecek ve bir yıl sonra esaretten kurtulacaktır.

     Timur 1405 yılında öldükten sonra bölge bu defa 1413’te Karakoyunlu ve 1463’te de Akkoyunlu nüfuzu altında kalmıştır. Bu dönemde Atabek ülkesini kendisine bağlamak isteyen Gürcistan Krallığı ile Atabekler arasında sürtüşmeler devam etmekteydi.

    1451 yılında Ahıska ile Tiflis arasında kilise mücadelesi başladı. Atabekler, Gürcü kilisesinden bağımsız olmak istiyorlardı. Fakat 1453’te İstanbul’un Türkler tarafından fethi, Gürcülerin moralini bozmuş ve cesaretini kırmıştı. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan 1462’de Ahıska’ya geldi ve Atabeklere destek verdi. Kral VIII. Giorgi, 1465 yılında Ahıska üzerine yaptığı seferde yenildi, esir alındı ve Ahıska Kalesine kapatıldı. 1483’te Kral Konstantin de aynı şekilde hezimete uğradı. Atabek-Gürcü mücadelesi Atabeklerin galebesiyle sonuçlandı ve artık Gürcülerin buradan umudu kesilmiş oldu. Böylece manen de olsa Gürcistan’a bağlı olan Atabek Hükûmeti, Gürcistan’dan tamamen ayrıldı. Bu gelişmelerden cesaret alan Kaxet ve İmeret kralları da merkezden koptular.

      1461 yılında Trabzon’un Osmanlılar tarafından fethi ve Komnenosların ortadan kaldırılmasıyla Atabeklerle Osmanlılar komşu oldular. Fakat Osmanlılar, bundan sonra Atabek ülkesini peyderpey ele geçireceklerdir.

      1477 yılında Atabekülkesi beş beylik hâlinde idare edilmekteydi: Ahıska(merkez), Cavaxet(Çıldır Ağcakal’ası), Şavşat-Maçaxel, Kalarçet(Ardanuç), Tav Eli(Oltu, sonra Tortum). Atabek ülkesinin Karadeniz sahiline yakın kesimi olan Borçka ve Batum’dan ibaret Maçaxel kesimi 1479 yılında Osmanlılar tarafından alınarak Trabzon sancağına bağlandı

    Osmanlı Devleti’nin Trabzon Sancakbeyi olan Şehzade Yavuz Selim’in 1509 yılında düzenlediği İmeret/Kutayıs seferine, Atabekli Mirza Çabuk da yardım etmişti. Mirza Çabuk Bey, Çaldıran Seferi sırasında da Yavuz Selim’in ordusuna bol yiyecek yardımında bulundu. Bu sebepledir ki Gürcü tarihleri Atabekleri “hain, ajan, işbirlikçi” olarak anmaktadır.

      Atabeklerin batı sınırındaki topraklarından Narman, Oltu ve Şenkaya yöresi, Kanunî zamanında, 1536 yılında Atabeklerden alındı. Tortum ve Artvin kesimi de 1549 yılında alınarak Erzurum Beylerbeyiliğine bağlandı.

    Bir taraftan da İmeret ve Kartli krallarının hücumlarına maruz kalan Atabek II. Keyhusrev’in Padişahtan yardım istemek üzere İstanbul’a gittiği de kaydedilmektedir. Osmanlı’dan istediği desteği bulamadığı anlaşılan Atabekler, 1546 yılında İmeret ve Kaxet krallarıyla birlikte Safevî İran Şahı Tahmasb’a tâbi oldular. Böylece Ahıska bölgesi, Safevî nüfuzuna geçti.

     Erzurum Beylerbeyi İskender Paşa, 1551 yılı baharında Atabek ülkesine karşı yeni bir harekâta girişti. Atabeklerin önemli merkezi konumundaki Ardanuç’u aldı. Burada Akkoyunlulardan kalma camiyi onarttı. Harekâta devam ederek Şavşat, Göle ve Ardahan’ı da Osmanlı sınırlarına kattı. Böylece Osmanlı sınırı Ulgar ve Arsıyan dağlarına dayanmış oldu.  

     Diğer taraftan bu durumu fırsat bilen Kartli Kralı, doğudan saldırarak Cavaxet (Ahılkelek)’i Atabeklerden aldıysa da Safevî Şahı Tahmasb’ın müdahalesiyle geri vermek zorunda kaldı.

      Amasya’da 1555 yılı baharında imzalanan Osmanlı-İran antlaşmasında Atabek Yurdu’ndan olan Oltu, Şavşat ve Ardanuç Osmanlı’ya; Acara, Guryalıya; Ahıska ve Cavaxet de Safevî nüfuzuna bırakıldı. Atabek Keyhusrev, 1573 yılında Kazvin’de İran sarayında öldü.

    Ahıska’da Atabeklerle yerli halklardan biri olan Mesxler arasında da birtakım problemler yaşanmaktaydı. Bu sürtüşmeler, birbirlerinin köy ve kasabalarını yıkmaya kadar varmıştı.

     Lala Mustafa Paşa ile Özdemiroğlu Osman Paşa’nın serdarlığında Şark Seferi’ne çıkan Osmanlı ordusu, 5 Ağustos 1578’de Ardahan’a geldi. Burada birkaç günlük dinlenme ve hazırlıktan sonra 8 Ağustos’ta Ardahan’dan kalkıp Tiflis’e doğru hareket etti. Çıldır Gölü kuzeyinde, Şeytankale eteklerinde Safevî ordusuyla karşılaştı. Burada vukua gelen meydan savaşını Osmanlı ordusu kazandı. Artık Osmanlı’ya Kafkasya yolu açılmıştı; istikamet Tiflis’ti.

     Diğer taraftan aynı gün Ardahan’dan hareket edip Ulgar Dağı’nı aşan Ardahan Beyi Abdurrahman Bey ile Bayburt Alaybeyi Bekir Bey öncülüğündeki bir asker kolu da Posof ve Vale’yi ele geçirdi. Bu kol, ertesi günü (9 Ağustos) ilerleyerek Ahıska ve Azgur’u aldı; bu kalelere asker bırakıp Çıldır’da Serdar’ın otağına ulaştı. Osmanlı ordusu Çıldır’dan hareketle Tümük, Ahılkelek ve Zalka üzerinden Tiflis’e ulaştı. Bu sefer, Derbend’e, Hazar Denizi kıyılarına kadar uzandı.

     Yeni fethedilen yerlerde yeni eyaletler kuruldu. Safevîlere karşı kazanılan zafer yerinin adıyla burada kurulan eyalete Çıldır Eyaleti adı verildi. Bu eyaletin merkezi de Ahıska şehri oldu. 1595 yılında bölgenin tahriri yapıldı ve defteri hazırlandı. “Defter-i Mufassal-i Liva-i Axısxa” adını taşıyan bu defterde kazalar, köyler ve buralarda yaşayan vergi mükelleflerinin adları yer almaktadır. Defterin baş kısmında yer alan Kanunname, Ahıska Bölgesi ve Ahıska Türkleriadlı kitabımızda var.

          IV. Osmanlı dönemi (1578-1828)

Çıldır Eyaleti’nin merkezi Ahıska şehri, canlandı, bir ilim ve ticaret merkezi hâline geldi. Ahıska medreselerinde yetişen bilginlerin Erzurum’a ve İstanbul’a gittiğini, buralardan yetişen birçok ünlü bilgin, asker ve devlet adamının olduğunu biliyoruz. Ahıska valileri genellikle buranın tarihî sülâlesi olan Atabeklerdendi. Oltu ve Doğubayazıt sancakbeyleri de bu ailedendi. Ahıska’da Ahmediye Camii, Oltu’da Aslan Paşa Camii ve Doğubayazıt’ta İshak Paşa Sarayı gibi bu aileye mensup kişilerin adıyla anılan eşsiz mimarlık eserleri hâlâ ayaktadır.

       Ne yazık ki Ahıska’nın Osmanlı dönemi 250 sene sürmüştür. Deli Petro’dan beri dünyanın köprüsü Kafkasya ile buranın üzerinden Akdeniz’e ulaşmayı gözüne kestirmiş olan Rus siyaseti, 1828 yılında vukua gelen Osmanlı-Rus Harbi sonrası bu memleketi Osmanlı’dan koparmıştır. Rumeli ve Kafkas cephelerinde yüzyıllarca savaştığımız Ruslarla yapılan savaşların en kanlısı herhalde 1828 harbidir. Rus askerî kaynaklarının da tanıklık ettiği gibi, Ahıska halkı bu savaşta, yediden yetmişe yurdunu savunmuş ve destanî kahramanlıklar göstermiştir.

        Ahıska bendini aşan Rus ordusu, Erzurum ve Bayburt’a kadar ilerlemiştir. 1829 Eylül’ünde imzalanan Edirne Antlaşması ile Ruslar, Erzurum ve Kars’ı tahliye etmişler; Ahıska ve Abhaz Eli savaş tazminatı olarak Rusya’ya bırakılmıştır.

            V. Çarlık Rusya’sı dönemi (1828-1917)

     Rusya’ya geçen bu coğrafyada yeni bir idarî sistem kuruldu. Ahıska, bir kaza hâlinde Tiflis vilâyetine bağlandı. Rus yönetimi, bölgede eskiden beri nüfuzu olan aile ve şahısları da yanına çekerek şuraya buraya bey olarak tayin etti.

     Çarlık zamanında bölgede etnik temizlik yapıldığı söylenebilir. Zira Rus idaresi, sinsi bir siyasetle buraların Türk nüfusundan arınmasına gayret etmiştir. Tam metinlerini diğer kitaplarımızda verdiğimiz, halkı Anadolu’ya göç etmeye çağıran “Ne durursun hicret eyle!” nakaratlı destanlar, Tiflis’te bastırılarak cami önlerinde halka dağıtılmaktaydı. Bu destanı duyan dinleyen halk, Müslüman olmayan bir devletin tebaası olmanın gelecek için iyi olmayacağı düşüncesiyle Türkiye’ye göç etmeye başladı. Osmanlı arşivlerinde bu göçlerle ilgili hayli belge var. Bir kısmını biz neşrettik.

       1828 Harbi’nde Ruslarla birlikte hareket eden Kars, Erzurum ve Bayburt Ermenileri, Ahıska ve Ahılkelek bölgesine getirilip yerleştirildi. Böylece Ahıska merkezi ile Ahılkelek ve çevresi neredeyse tamamen Ermenileştirildi. Yoğunlaşan Emeniler, sağa sola saldırarak, hesaba gelmez zulüm ve baskıyla Türk ahalinin göçünü hızlanırdı. Aynı siyaset 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi sonrasında Ardahan ve Kars’ta da uygulanacak, Rusya içlerinden getirilen Rus, Ukrain, Malakan, Alman, Rumgibi unsurlar buralara yerleştirilecektir.

     Rus idaresi, cüz’i bir vergi karşılığında Türk nüfusu askere almıyor, böylece onlara silâh kullanmayı öğretmiyordu. Nitekim Çarlık yıkıldığı zaman Ermeni ve Gürcülerin generalleri ve talimli askeri olduğu hâlde bölgedeki Türk ahali bundan mahrumdu. Hatta Türk unsuru içinde, 1917’de vukua gelen Bolşevik İhtilâli’nden sonra çekilen Rus ordusunun bıraktığı silâhları kullanabilecek kimse bulunamıyordu!

        Rus idaresi halkın dinî faaliyetine karışmasa da sadece ibadet etmenin yeterli olacağına yönelik bir tutum belirlemişti. Hâli vakti yerinde olan kaliteli insan zümresi Anadolu’ya hicret etmiş, geride garipler, çaresizler kalmıştı. Cami medreselerinde çocuklara bunların marifetiyle kulaktan dolma bilgilerin öğretilmesi yeterli görülüyordu. Bu da halkın cahil ve diğer Hristiyan komşularından geri kalmasına sebep olmuştu. Nitekim Ahıskalı meşhur yazar Ömer Faik Numanzade, Kırım’da çıkan Tercüma gazetesi sahibi İsmail Gaspıralı’ya 1900 yılında gönderdiği mektupta bu hâlden şikâyet etmekte, “Camilerimiz viran, mekteplerimiz perişan, hâlimiz yamandır.” demektedir.

       Nihayet 1917 Bolşevik İhtilâli ile Çarlık yıkıldı, belirsiz bir dönem başladı.

VI. Ara dönem (1917-1921)

 

        1828 yılından beri 90 yıl boyunca bölgeye hâkim olan ve Kafkasya’daki çok çeşitli kavimlerden meydana gelen insan topluluklarını yumruğu altında tutan Çarlık devrilmişti. Birinci Dünya Savaşı’nda Sarıkamış cephesinde Türkiye’yi mağlûp etmiş olsalar da hem bitkin vaziyetteydiler ve hem de batı cephesinde Almanlar karşısında çaresiz kalmışlardı.Bu sebeple Rus askeri, Bolşevik olmuştu ve savaşmak istemiyordu. Böyle bir zamanda ortaya çıkan Bolşeviklik, sür’atle yayılmıştı. Asker, cephelerde silâhı atıp evine

dönüyordu.

     Kafkas cephesinde de böyle oldu. Karargâhı  Erzincan’da bulunan Rus askeri, 18 Aralık 1917’de imzalanan mütarekeyle bölgeyi tahliye etmeye başladı. Onların boşalttığı bölgeler hızlı bir şekilde Ermeniler ve Gürcüler tarafından dolduruldu. 3 Mart 1918’de imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması’yla Bolşevik Rusya, 1878’de koparılmış olan üç ilimizi (Kars, Ardahan ve Batum) iade etti. Böylece askerimiz bu illeri ve Ahıska’yı yeniden alarak anayurda bağladı. Gürcistan, 4 Haziran’da yapılan Batum müzakerelerinde Batum ve Ahıska’nın Türkiye’de kalmasına imza attı.

      Ne yazık ki 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’yle ordumuz Sarıkamış hududuna çekilecek, Türkiye artık buralara sahip çıkamayacaktı. Bu da yeni zulümlere sebep olacaktı. Bu gelişmeler karşısında halk kendi yurdunu müdafaa etmek için teşkilâtlanmaya başladı; Ahıska, Batum, Kars, Oltu ve Aras boyu Kamerli’de mahallî hükûmetler kuruldu. Bu hükûmetler de 17/18 Ocak 1919’da Kars’ta bir araya gelip Cenûb-i Garbî Kafkas Hükûmeti’ni teşkil ettiler. Bu hükûmet kuzeyde Gürcülere, Kars ve çevresinde de Ermenilere karşı yurdu müdafaa etti. Fakat bu da uzun sürmedi. Bölgede İngilizlerin sahneye çıkmasıyla şartlar yeniden Türk ahalinin aleyhine döndü. 13 Nisan 1919’da İngilizler Kars Hükûmeti’ni yıkıp ileri gelenlerini tutukladılar ve Malta’ya sürdüler. Kars, Ermenilerin eline teslim edildi. General Kvinitatze komutasındaki muntazam Gürcü ordusu, Ahıska ve Posof’taki milis direnişini kırarak Ardahan’ı işgal etti.

       Ermenilerin Kars’ta yaptıkları zulümler tahammül sınırını aşınca Erzurum’dan hareket eden ordumuz, 1920 yılı Ekim’inde Kars’ı Ermenilerin elinden kurtardı. Ankara Hükûmeti’nin verdiği notaya uygun hareket eden Gürcistan, 23 Şubat 1921 sabahından itibaren Ardahan ve Artvin’i tahliye etti. O sırada görüşmeleri devam eden Moskova Antlaşması da 16 Mart 1921’de imzalanmış, Batum merkezli Acara, muhtar bir cumhuriyet hâlinde Gürcistan’a bırakılmıştır. Ahıska ise hiçbir imtiyaz söz konusu olmadan Gürcistan’a terk edilmiştir. Aynı senenin 13 Ekim’inde imzalanan Kars Antlaşması’nda da bu sınırlar teyit edildi. Zamanın Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey’in, Kars’taki Türk Hey’eti Başkanı Kâzım Karabekir’e, “Gürcistan’da muhafazasına çalışacağımız hukuk meyanında Ahıska ve Borçalı Türklerinin hâlini ve istikbâlini unutmamalıyız.” şeklindeki telgraf emrine rağmen Karabekir’in bu hususta ne yaptığı bilinmemektedir.

        VII. Sovyetler Birliği dönemi (1921-1990)

 

        Bu tarihler, Ahıska Türklerinin baskı, zulüm, sürgün ve perişanlık döneminden ibarettir.

    Ahıska ve çevresi, yüz yıldan fazla bir zaman ardı arkası gelmeyen savaşlara sahne olmuştu. Halkın önemli bir kısmı yurdu terk ederek Türkiye’ye gitmişti. Bölge eski canlılığını kaybetmişti. Halkın kendini toplamaya başladığı bu dönemde, Sovyet rejimi iyice yerleşmeye başladı. Halkın mal varlığı elinden alınarak kolhozlara devredildi. Okuyup yazan kesim ya kaçmak zorunda kaldı ya da yeni rejimin kurbanı oldu. Bilhassa 1930’lu yıllar yani Stalin devri, memleketin üstüne karabasan gibi çökmüştü. Ahıska’dan yetişen ve komünist rejimin ilk bayraktarlarından biri olan ünlü edip Ömer Faik Numanzade, bu dönemde kurşuna dizildi (1937). Birçok insan ailece yahut tek başına kaçarak Türkiye’ye sığındı. Bu aileler Kars, Ağrı, Eleşkirt, Bulanık ve Bursa’ya yerleşmişlerdir. Bu döneme ait çok hazin kaçış hikâyeleri var.

     İkinci Dünya Savaşı başlayınca, o zamana kadar askere alınmayan Ahıska Türklerinin çocukları silâh altına alınarak Alman cephesine gönderildi. Eli kazma kürek tutan halk, meccanen çalıştırılarak Borcom-Ahıska arasında demiryolu hattı yapıldı. Burada çalışanlar, savaş sona erince çocukları cepheden bu yolla, trenle geleceğini hayal ediyorlardı. Hâlbuki öyle olmayacak, bu hatla gelen ilk trenler, kendilerini vatanlarından alıp Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a götürecekti!

      Zamanın Sovyet yönetiminde Gürcü ve Ermeni unsuru çok etkiliydi. Sovyet Komünist Partisinin Birinci Sekreteri Stalin ve İçişleri Bakanı Gürcü’ydü! Beriya’nın teklifi ile hazırlanan plân yürürlüğe konuldu, 31 Temmuz 1944 tarihinde Stalin tarafından imzalanan kararla Ahıska ve çevresindeki 220 köy ve kasabada yaşayan Türk nüfusu buralardan sürülecekti! 20 Eylül’de bölge kontrol altına alınmaya başladı ve sürgün kararı 14 Kasım akşamı bütün köylerde halka duyuruldu. Gece başlayan harekâtla bir iki saat içinde hazırlanmaları emredilen halk, kamyonlarla demiryolu boylarına taşındı. 15 Kasım’ın ilk saatlerinden itibaren trenler hareket etti. Acaralı Laz ve Hemşinliler de aynı şekilde 25 Kasım’da yola çıkarıldılar. İçişleri Komiseri L. Beriya, 28 Kasım’da verdiği raporla sürgün harekâtının başarıyla tamamlandığını Stalin’e bildirdi.

     Bu yolculuğa çıkmak kolay olmadı. Bölgenin tarihî halkını teşkil eden insanlar ata dede yurdunu, evini barkını, yaz boyunca hazırladığı kışlık zahiresiyle dolu ambarlarını, ahırlar dolusu hayvanlarını bırakarak karanlıklar içinde uzun bir ölüm yolculuğuna çıkıyordu. Feryat figan göklere çıkıyordu. Eşya ve hayvan taşımada kullanılan alelade vagonlara hayvan gibi doldurulan insanlar, Kafkasya’nın kışında Ural Dağlarına doğru gidiyordu. Hastası vardı, bebeği vardı, hamilesi vardı, yaşlısı vardı... Hepsi aynı kaderi yaşayacak ve bu vagona binecekti. Öyle oldu...

     Yollarda kimi açlıktan, kimi hastalıktan ve kimi de soğuktan hayatını kaybetti. Vagonları dolaşan askerler ölüleri toplayıp araziye atıyordu. Bu yolculukta tarif edilmez acılar yaşandı. Tren katarları Hazar sahillerinden geçerken vagonlarda Stalin’in, halkı trenlerle birlikte denize attıracağı rivayeti dolaştı.

    Nihayet 15-25 gün sonra sürgün katarları Orta Asya ülkelerine yetişti. İstasyonlarda indirilen kafileler önceden belirlenmiş köylere yerleştirildi. Aileler parçalandı; ana çocuğundan, kardeş kardeşinden ayrı düştü. Buralarda giyecek, yiyecek, barınma ve sağlık problemleri, hesaba gelmez boyutlara ulaştı.

     Bu şartlar altında tam 12 sene sıkıyönetim rejimine tabi tutulan sürgün halk, bir yere çıkamıyor, köyden köye gidemiyor, yakınlarını dahi arayamıyordu.

    Sovyetler Birliği’nin bir numaralı gazetesi Pravda’nın 20 Aralık 1945 tarihli nüshasında, N. Berdzenişvili ve S. Canaşia imzalı bir makale çıktı. Bu iki isim, Komünist Partisi üyesi iki Gürcü profesörüydü! “Türkiye’den Haklı Taleplerimiz” başlığını taşıyan makalelerinde özetle “Türkiye’nin kuzeydoğu toprakları tarihte Gürcü toprağıydı; şimdi hiç olmazsa Kars, Ardahan ve Artvin’i istiyoruz!” diyorlardı. Zamanın Gürcü diktatörü Stalin’nin bilgisi dâhilinde olduğundan şüphe edilemeyen bu çıkışın anlamı neydi?

     İkinci Dünya Savaşı’nın sonu görünmüştü, Almanlar mağlûben çekiliyordu. Stalin, böyle bir zamanda, galip gelmiş olmanın verdiği cesaretle, 1921’de koparılamayan üç vilâyetimizi şimdi askerî bir harekâtla ele geçirme hesapları yapıyordu. Fakat arada külliyetli Türk nüfusu barındıran Ahıska bölgesi vardı! Şüphe yok ki, 1944 sürgünü, Ardahan’a giden yolu açmak, dikenleri temizlemek amacıyla yapılmıştır. İkinci Dünya Savaşı sona erince cephelerde savaşan 40 bin Ahıskalının yarısı geri dönemedi. Kimi ölmüş kimi kaybolmuştu. Dönenlerin bir kısmı organlarını kaybetmiş, sakat kalmıştı. Onlar Orta Asya ülkelerinde ailesini aramaya başladılar. Kimi buldu, kimi bulamadı, kimi de bulamadan yakınlarını kaybetti.

     1953 yılında Stalin’in ölümü, bütün ülkede olduğu gibi sürgün halk için de kısmî bir rahatlama sağladı. 1956 yılında toplanan Komünist Partisi kongresinde, Stalin döneminde sürgün edilen Kuzey Kafkasya topluluklarının vatanlarına dönme izni verildi. Fakat Ahıska Türklerine böyle bir hak verilmedi. Sadece bulundukları ülke içinde serbest dolaşım hakkı verildi. Birbirini kaybeden aile fertleri yıllar sonra buluşabildiler.

      Artık sürgün yerleri yavaş yavaş onlara yeni vatan oluyordu. Diğer insanlar gibi çocukları okula gidiyor, eğitimini tamamlayanlar çalışmaya başlıyor, yeni hayatlar kuruluyordu.

     Ahıska Türkleri bir taraftan da vatana dönmek için müracaatlarına devam ediyorlar fakat bir sonuç alamıyorlardı. Vatana yakın olmak ve belki bir fırsat çıkarsa Ahıska’ya dönmek düşüncesiyle birçok Ahıskalı 1958 yılında Azerbaycan’a geldi. Bu tarihten itibaren Gürcistan’a gelen göç kafileleri de oldu. Fakat çok sert bir mukabeleyle karşılaştılar ve sınır dışı edildiler. Bütün çabalara rağmen Ahıska kapıları, kendi evlâtlarına açılmadı.

     XX. yüzyılın sonuna doğru dünyayı saran hürriyet duyguları ve ileri iletişim, demirperdeyi de derinden etkiledi. Artık Sovyet Bloku, şurasından burasından çatırdamaya başladı. Polonya’dan Kazakistan’a, Litvanya’dan Gürcistan ve Azerbaycan’a, gün geçmiyor ki bir yerde bir ayaklanma, bir başkaldırma çıkmasın. Etnik kıpırdamalara rüşvet, yolsuzluk ve ahlâkî çöküş de eklenince yeni problemler ortaya çıktı. Bunun en açık örneği Özbekistan’da yaşandı.

    1989 yılının baharında Özbekistan’ın Fergana Vadisi’nde bir pazar yerinde, çilek satan biriyle müşterisi arasında çıkan tartışma, bir anda Özbeklerin Ahıska Türklerine karşı kıyım hareketine başlamasına dönüştü. Ahıska Türkleri kim bilir nasıl bir arka plân çatışmasının kurbanı oldular, hâlâ aydınlanamamıştır... Fakat sebep ne olursa olsun, bu hadise Ahıska Türkleri tarihine ikinci sürgün ve katliam olarak geçti. Zira birçoğunun evi yakıldı, yıkıldı; birçok insan öldü ve nihayet Ahıska Türkleri buradan Rusya, Kazakistan, Azerbaycan ve Ukrayna’ya göç etmek zorunda kaldı.

    1990 yılı, tarih artık bu ağır yükü daha fazla taşıyamayacak, Sovyetler Birliği denilen milletler hapishanesinin kapılarını açacaktı. 1990 yılı, 1917’de başlayan Lenin-Stalin rejiminin son bulduğu tarihtir.

VIII. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra (1990)

 

    Sovyetler Birliği 1990 yılında dağılınca bu birliği meydana getiren cumhuriyetler, birer bağımsız devlet olarak Birleşmiş Milletlere üye oldular. Her

millet kendi bayrağını göndere çekmişti. Fakat Ahıska Türklerinin devleti hangisiydi? Onlar Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Azerbaycan, Ukrayna ve Rusya’ya dağılmışlardı. Sürgün yıllarında yaşadıkları ülke sayısı önce üç, sonra dört oldu; şimdi altı ülkede yaşıyorlardı.

    Rusya, Sovyetler Birliği’nin varisi olduğunu dünya kamuoyuna duyurdu. Fakat Sovyet rejimi yıllarında açılan yaraları sarmaya yanaşmıyordu. Ahıska Türkleri meselesi bunun en açık örneğidir. Hatta 100 binden fazla Ahıska Türkü nüfusunu barındıran Rusya, Sovyet pasaportunu geçerli saymıyor, kendi vatandaşlarını “kanunsuz vatandaş” gibi garip bir kavramla niteliyordu. Bu durumda olanlardan 12,500 kişi, ABD’nin davetiyle Rusya’dan ayrılarak bu ülkeye gitti. Ahıska Türklerinin yaşadığı ülkelere Yenidünyada eklenmişti.

     Sovyetler Birliği dağılınca, kapalı kapılar açılmış, Türk devlet adamları ve iş adamları Asya’da kurulan genç Türk cumhuriyetlerini serbestçe ziyaret etmeye başladılar. Oralarda kendileri gibi Türkçe konuşan insanlara rastladılar ve bir şaşkınlık dönemi yaşadılar. Bunlar kimdi, nereden çıkmıştı Ahıska Türkleri? Ahıskada neresiydi? Nihayet 1992 yılında TBMM’nin çıkardığı Ahıska Türklerinin Kabulü ve İskânına Dair Kanun’la 150 civarında Ahıska Türkü getirilerek Iğdır’a yerleştirildi. Fakat burada kendilerine geçim kaynağı ve bilhassa topraksağlanmadığından zamanla bir kısmı batıya, Bursa ve Antalya’ya göç etti.

     Bugün Türkiye’de Bursa,İstanbul, Antalya, Denizli, İzmir, Aydın, Çanakkale ve Ankara illerinde birçok Ahıska Türkü yaşamaktadır. 2013 yılı sonu itibariyle bugüne kadar 27.938 kişi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuştur. 2014 yılı itibariyle Ahıska Türklerinin gelmesinin önünde hayli zorluklar görüldüğünden Türkiye’ye geliş hızı kesilmiştir. Zira ikamet almak için birçok belge ve ücret istenmektedir. Ayrıca çalışma yasağıyla beraber beş sene bekleme şartı getirilmiştir. Bu hatalı uygulamanın düzeltileceği ümit edilmektedir.

     Esas problem sürgün halkın sürgünden önce yaşadığı ata yurdu Ahıska’ya dönmesidir. Fakat Gürcistan buna fırsat ve imkân vermemektedir. Bu ülke, 1999 yılında Avrupa Konseyi’ne üyelik için müracaat ettiği sırada Ahıska Türklerinin vatana dönmeleri için altı sene içinde gerekli kanunî düzenlemeleri yapacağına, 2011 yılında da bu meseleyi tamamen çözmüş olacağına dair verdiği sözü tutmamıştır. Bununla ilgili olarak 2007 yılında çıkardığı kanunu uygulamada müşkilât çıkarmış, halka güven vermemiştir. Buna rağmen 10 bin civarında Ahıska Türkü, gerekli belgeleri tamamlayarak vatana dönmek için Gürcistan makamlarına müracaat etmiştir. 2015’in ilk ayı itibariyle Gürcistan’ın sadece 500 kişiye dönme müsaadesi verdiğini göz önüne alırsak, Gürcistan’ın 15 seneden beri nasıl bir oyalama siyaseti güttüğü anlaşılır.

     Gürcistan’ın yüzyıllardan beri canlı tuttuğu tehdit endişesinin bugün de devam ettiği anlaşılmaktadır. Ahıska’dan sürgün edilen ahalinin Türk olduğunu bildiği hâlde bir yandan bu halkın Osmanlı öncesinde Gürcü olduğunu, sonradan Türkleştiğini iddia etmekte, bir taraftan da bu halkı tehdit unsuru olarak görmektedir. Bu sebepledir ki kendi kurdurduğu bazı naylon sivil toplum kuruluşlarıyla sürgün halka Gürcülük propagandası yaptırmaktadır.

       Bugün Ahıska Türklerinin önünde iki yol görünmektedir: Birincisi, hazır bir kanun da çıkmışken bütün zorlukları göz önüne alarak vatana dönmek, ata yurdunu şenlendirmek; ikincisi, yine bütün zorlukları göze alarak Türkiye’ye göç etmektir. Bunun için de Türkiye ve Gürcistan devletleri arasında üst seviyede resmî görüşmeler yapılarak bu meselenin nihaî çözümü yoluna gidilmesinin zaruretine inanıyoruz. Zira Ahıska Türkleri için diğer ülkelerde gelecek görünmemektedir

                                                                                                                                                                   Yunus ZEYREK

kaynak:  BİZİM AHISKA   DEGİSİ KIŞ SAYISI

                                                                    www.ahiska.org.tr/