FERGANA’DAN FERYATLAR

05.12.2013 12:21

Haziran 1989… Gençlik yıllarımın hatıralarını düşündüğümde içimi hüzün ve kederle dolduran, mutlu hayatıma karanlık gölgeler düşüren o kanlı tarih… Kimsenin hakkında söz etmeye dilinin varmadığı, her hatırlandığında aynı acıyı hissettiren korkunç olaylar… O tari- hin üstünden 24 yıl geçmesine rağmen, Fergana katliamı hâlâ biz Ahıska Türklerinin kalbinde derin bir yara gibi kanıyor...

 

3 Haziran 1989 günü üç buçuk yaşındaki kızım kabakulak hastalığına yakalandığı için komşu köydeki sağlık merkezine gitmek üze- re otobüse bindim. Otobüste, sık sık karşılaşıp selâmlaştığım insanların bana tuhaf şekilde baktıklarını, genç olanların bile yer vermedik- lerini fark ettim. Kendi çabamla bir yer bulup oturdum. Aralarında konuşarak bana bakıyor- lardı. Bazıları özellikle bana bakarak yüksek sesle, “Bunların hepsi nankör! Tuzumuzu yiyip tuzluğumuza tükürdüler!” diyordu. Çok kork- muştum ve kızım için endişeleniyordum. El ka- dar bebek, hiçbir şeyin farkında olmadan onlara tatlı tatlı gülümsüyordu.

 

Sağlık merkezine ulaştığımda, oradaki du- rumun da farklı olmadığını gördüm. Özbekler, bize düşmanmışız gibi bakıyorlardı. Sıram gel- diğinde doktor, tedirgin bir şekilde çocuğu mu- ayene etti ve fazla oyalanmadan eve gitmemi söyledi. Tekrar otobüsle dönmek zorunda kal- mıştım. Herkes bize bakarak, “Bunların hepsini kırmak lâzım; bunlar, iyilik bilmezler!” diyordu. Daha sonra ağabeyimin evinde birçok Ahıska- lı komşularımızın ağlayıp sızladıklarını fark edince durumu anlamıştım.

 

Anlatılanlara göre, bir ay evvel Fergana’ya bağlı Kuvasay şehrinde Ahıskalı ve Özbek genç- ler arasında sözde kavga çıkmış (aslında çıkarıl- mış), olay büyüyüp yerli halk ve Ahıska Türkle- ri ayrımına dönüşmüştü. Sonra da Ahıska Türk- leri aleyhinde birtakım söylentiler dolaşmaya başlamıştı. Ahıskalı gençlerin Özbek kızlarını taciz ettikleri, hatta kreşteki çocuklara bıçakla saldırdıkları iddia ediliyordu. Bu söylentilerin doğru olmadığı aşikârdı. Ahıska Türkleri yine bir hile ve oyunun kurbanı olacaktı…

Aradan bir ay geçince bütün bu dedikodula-rın yatıştığına inanmıştık.  Fakat öyle değildi; 3 Haziran 1989 akşamı, kendimizi bir vahşetin içinde bulduk. O gün, kimlikleri ve ırkları belli olmayan binlerce terö- rist, Margilan, Taşlak, Vodstroy ve Fergana şehirle- rine aniden baskın yaparak, masum Ahıskalıları kendi evlerinde satır ve baltayla öldürdüler. Üs- telik bu olayları, radyo ve televizyonlarda Ahıs- kalıların suçuymuş gibi duyurarak halkı bizlere karşı kışkırttılar. Ağabeyimin evinde gelinler, çocuklar, büyükler feryat ediyor; kimileri kom- şu köylerde kalan yakınları, kimileri de çocuk- ları için endişe ediyorlardı. Yediğimiz lokmalar boğazımızdan geçmiyordu. Komşu köyler, ka- sabalar alev alev yanıyordu. Hiçbir güvencemiz yoktu. Gecenin bir saatinde bizleri de yakıp yı- kacaklar, öldürecekler diye korkuyorduk.

 

                 Polis ve zabıta, durumla ilgili açıklama yap- mıyordu. Kendi başımızın çaresine bakacak- tık… Kamyon ve arabalarla kaçış plânları ya- pıyor, kovalarla kaynar su hazırlıyor, taş, sopa gibi şeyler topluyorduk. Onların gelebilecekleri sokaklarda genç erkekler nöbet tutuyorlardı. Şahsî ihtiyaçlarımızı ve yiyeceklerimizi hazır bulunduruyorduk. Korku içinde geçen günün ardından gecenin kâbusu üstümüze çöktü. Bu arada on, on beş çocuk bir odada her şeyden habersiz uyuyakaldı. Zaman ilerledikçe ölüm korkusu hepimizi sarıyordu. Gece saat 3-4 sıra- larında anneler de çocuklarının yanlarında uyu- yakalmışlardı. Sokağa çıktığımda nöbetçilerin de oldukları yerde uykuya yenik düştüklerini   gördüm. Onlara, “Çocuklar kalkın! Bakın komşu köy yanıyor, sıra bizde!” diyerek seslendim. Kom- şu köy dediğim yer, Fergana Havalimanının bulunduğu Lenin kolhozu Çek Şura köyüydü. Orada halam, dayım ve diğer akrabalarım yaşı- yordu. Hayatlarından endişe ediyordum. Saba- hın ilk ışıklarına kadar komşu köyleri birbirine bağlayan asfalt yoldan yüzlerce araç geçiyordu. Çok korkuyordum… Bizim köye henüz uğra- madıkları için şanslıydık.

 

Sabah olduğunda hepimiz yaşlı am- camın bir hâl çaresi bulacağına inanarak ona baktık. Amcam, “Çocuklar, bu gidişle bizi de ya- kacaklar, kırıp geçirecekler! En iyisi şu askerî birliğe gidip sığınalım!” dedi. Bu arada komşu köydeki akrabalarımız çıkageldiler. Buna çok sevindik. Köy muhtarı, önceden onları uyarmış; kaçıp canlarını kurtarmalarını söylemiş. Onlar da köy dışındaki  bir  hayvan  barınağında  gizlenmiş- ler. Özbek olan muhtarın bu davranışı bana bu vahşetin içinde hâlâ iyi insanların da yaşadığını göstermişti.

 

Ağabeyim beni ve çocuklardan birkaçını daha güvenli olduğu için Rus memurların ve askerlerin yaşadığı şehir merkezinde bulunan evime götürmeye karar verdi. Arabamız valilik binası önünden geçerken, binanın önünde ve merdivenlerde binlerce Ahıskalı halkın ağlaşa- rak seslerini duyurmaya çalıştıklarını gördük. Kapılar kapalıydı ve kimse onları dinlemiyor- du. Hepsi dövülmüş, yaralanmış, vücutları kan revan içindeydi. Polis, güya onlara saldırmaya çalışan teröristleri engellemeye çalışıyordu.

 

Mahallemiz kimsesiz ve sessizdi. Anladı- ğımız kadarıyla, komşularımız da şehir dışına kaçmışlardı. Yalnızca kadınlar ve çocuklardan oluşan misafirlerimi eve aldım, korktuğumu belli etmemeye çalışarak onları ağırladım. Tele- vizyonu açtığımda, kanallar her şey yolunday- mış gibi eğlence programları ve film yayınlıyor- du. Herkes yer yataklarında ve koltuklarda uyu- yakaldı. Ben, kendimce tedbir alarak kaynar su ve bıçakları hazır tutuyordum. Onlara bakarak suçumuzun ne olduğunu anlamaya çalıştım. 20. yüzyılın bu insanlık dramının sebebini sorgula- dım. Ahıskalılar için bunca cefa, sürgün, aşağı- lanma yetmemiş miydi diye düşündüm. Bizim yersiz yurtsuz ve kimsesiz kalmamızın yegâne sebebi Türk olmak mıydı?

             O gece, duygu ve ümitlerimi dile getiren bir iki şiir yazdım. Sabah olduğunda kahvaltı ha- zırlamak için on beş, yirmi yumurtayı haşlan- mak üzere                tencereye koydum. Onlar pişerken  kapı güçlü bir sesle vuruluyordu. “İşte buraya da geldiler!” diyerek yerimde donup kaldım. Herkes ayağa kalktı. Neyse ki gelen, halamın oğlu ve dünürüydü. “Çabuk olun!” diyerek bizi evden çıkardılar. Hepimizin elinde battaniye ve giyecekler vardı. Merdivenlerden inerken son anda ancak ocağı kapatmayı akıl edebildim; yu- murtalar tencerede öylece kaldı. Yerlere serilen yataklara, çocukların oyuncaklarına, eşyalarla dolu odalara son kez baktım ve bir daha asla dönmemek üzere evden ayrıldım.

 

Araba bizi askerî kampa götürürken şehir merkezi çok kalabalıktı ve kimin dost kimin düşman olduğunu ayırt etmek zordu. Şehirden ayrılana kadar başımızı eğip çocukların ağızla- rını kapatıyorduk. Askerî birliğe ulaştığımızda, oraya binlerce Ahıska Türkünün getirilip bıra- kıldığını gördük. Hepsi dağılmış, hırpalanmış, vücutları sargılar içindeydi. Erkek kardeşimin bizleri sağ salim görünce oğluna sarılıp için için ağlayışı hâlâ gözümün önünden gitmiyor… Yakınlarını kaybedenlerin feryatları dayanıl- mazdı… Biz de bir çadıra yerleştirildik. Küçük kızım ateşler içinde yanıyordu. Orada kurulan revire götürmemi söylediler. Revire gittiğimde mahşerî bir kalabalıkla karşılaştım. Kızıma iğne yapıldıktan sonra, yan karyolada yatan dünya- lar güzeli genç kadının perişan hâlde, soluk alamadan can çekiştiğini gördüm. Annesi olduğu- nu tahmin ettiğim bir kadın her taraftan yardım istiyordu. Fakat kimse onunla ilgilenmiyordu. Genç kadın artık çırpınmıyordu, oracıkta can verdi, …

                                                                                    

 

Toplama kampına sözde yardımlar getirili- yor, yiyecekler dağıtılıyordu. Fakat bunlar çoğu zaman kamyonların üstünden halka atılıyor, ancak ulaşabilenler alıyordu.

 

Yazın 40-45 derece sıcağında insanlar iç içe yaşamaktan ve temiz su sıkıntısı yüzünden ih- tiyaçlarını karşılayamıyor, salgın hastalıklara maruz kalıyorlardı. Her akşam büyüklerimiz konuşmalar yaparak çare arıyorlardı. Bu arada, hâlâ kampa arabalar dolusu insan getiriliyordu. Kampta üçüncü günümüzde kızımla beraber kapı  önüne  gittim. Orada,  kendi  arabalarıyla kamp yerine gelerek bir Türk ailesini aramakta olan bir Özbek ailesine rastladım. İçeriden çı- kan bir kadın, onlara sarılıp hıçkırarak ağlama- ya başladı. Derdini anlattıkça fenalık geçiriyor, kahroluyordu: “Ergaş Eke! Bizim kime zararımız dokundu? Bizi bu hâllere getirdiler. Bizler din kar- deşi değil miyiz? Her zaman ekmeğimizi paylaşma- dık mı? Düşünebiliyor musunuz? Babamla oğlumu parça parça edip poşetlerle getirdiler… Siz de çok se- verdiniz oğlumu. Keşke ben ölseydim onun yerine!

 

Dayanamadım, kolundan tuttum ve dedim ki, “Abla, Neden bunlara dert anlatıyorsun? Sanki acıyacaklar mı? Haydi, içeri gidelim…” Kadın elle- rimden kurtuldu, yine Özbek komşularına sa- rılarak feryat etti. Kendinde değildi. Sonradan duydum ki, Fadime adındaki bu kadının bütün ailesi baskın sırasında evden kaçmış; yaşlı ba- bası içeride kalmıştı. Oğlu da dedesini yalnız bırakmamak için geri dönmüş. Eve saldıran te- röristler ikisini birden katletmişlerdi.

 

Her sabah, iki oğlundan haber alamaya kü- çük halamın ağlamalarıyla kahroluyorduk. Onun anlattığına göre, Margilan şehrindeki ev- lerinde teröristlerin saldırısına uğramışlar, kapı kırıldığı sırada Özbek komşularının evlerine geçmeyi başarmışlardı. Eniştem evde kalan yaş- lı annesini almak üzere eve döndüğünde, yaş- lı kadının gözü dönmüş teröristler tarafından bıçakla tehdit edildiğini ve dövüldüğünü gör- müştü. “Çocukların nerede?” diye soruyorlardı. Eniştem duvar arkasında çaresizce bakıyordu. Kadını yerde sürükleyerek alay ediyorlardı. Biri de kendinden geçmiş bir hâlde, “Bırakın, bunun- la mı uğraşacağız? Zaten bir ayağı çukurda, kendi- liğinden ölecek…” diyordu. Onu dinleyip kadını bırakarak evin her yerini ateşe vermişlerdi. Onlar gittikten sonra eniştem annesini kurtarmıştı. Kampa geldiklerinde yaşlı kadının bütün vücu- du morluk ve yara içindeydi; dili tutulmuştu. Halamın iki oğlu ise onlardan intikam almak için peşlerinden gitmişler, bir daha dönmemiş- lerdi. Beş gün sonra kampa sağ salim ulaştılar. Anlattıklarına göre, bir Özbek komşuları onları evinin çatısında beş gün saklayıp koruduktan sonra askerlerin aracıyla kampa gitmelerini sağlamıştı…

 

Bu arada beklenmedik bir olay yaşandı ve bütün bu yaşananlardan önce, kız kardeşinin düğününe katılmak için Azerbaycan’a giden eşim aniden kampa geldi. Düğün 4 Haziranda yapılacaktı ve eşim, 3 Haziran gecesi televiz- yondaki haberlerden Ahıskalıların başına gelen felâketi öğrendikten sonra hayatımızdan endişe ederek Özbekistan’a doğru yola çıkmıştı. “Ora- da savaş var, gitme!’’ diye kendisini uyaran ailesi- ne aldırış etmeden, uçakla Fergana’ya ulaşmış- tı. Taksiye binip Ahıskalıların kampına gitmek istediğini söyleyince şoför kuşkulanarak Türk olup olmadığını sormuş. Rusçayı çok iyi konu- şan eşim, sarışın ve mavi gözlü olmasından da faydalanarak şoföre, “Hayır ben Rus muhabirim, röportaj yapmam gerekiyor!” demiş. Neyse ki Öz- bek şoför kimlik sormayı akıl edememişti. Böy- lece, eşim bizi o ateşin içinde yalnız bırakma- mıştı.

 

O günlerde, halk arasında bir korku haberi daha yayılmaya başlamıştı. Şehirleri, köyleri yakan, insanları acımasızca katleden teröristler kampa doğru ilerliyorlardı; oraya da saldırıp Ahıskalıların hepsini öldüreceklerdi. Çaresizce kapıya yaklaşıp, dışarı baktığımızda, uzaktan binlerce adamın kampa doğru ilerlediğini gör- dük. Tabi onlara adam denirse… Korku ve pa- nik içinde, bizi korumakla görevli birkaç askere baktık. Onlar emir almadıkları için hiçbir şey yapmıyorlardı. Sonunda havaya ateş açarak on- ları uzaklaştırdılar. Hâlâ durmadan kampa ya- ralılar getiriliyor, kamp adeta kan kokuyordu.

 

Kampta bir haftayı geride bırakmıştık. Bir gün, halk anonslarla meydana çağrıldı ve orada konuşma yapıldı. SSCB ve Bakanlar Kurulu baş- kanı Nikolay İvanoviç Rişkov ve İçişleri Bakanı gelmişti. Rişkov, halkımız için üzgün olduğu- nu, bize destek olmak istediğini ifade eden söz- ler söyledikten sonra, bizleri Rusya’nın çeşitli bölgelerine yerleştireceklerini bildirdi. Halk is- yan ediyor, “Bizi vatanımıza götürün, başka bir şey istemiyoruz!” diyordu. Bakan da, “Vatanını- za elbette götüreceğiz, ama şimdi orayı sizin için bo- şaltmamız gerek. Bizi dinlerseniz, ortalık yatışıncaya  kadar yaralılarınızı iyileştirecek, size yardımcı olaca- ğız.” dedi. Türkiye’ye veya Azerbaycan’a gitmek isteyenler de vardı ama kimse onları dinlemedi. Kampta hayat gittikçe ağırlaşıyordu. Tuvaletler pislikle doluydu, çeşmelerden temiz su akmı- yordu, herkes bu şartlarda hayatta kalmak için mücadele ediyordu.

 

Günlerdir kayıplardan haber alınamıyordu. Fakat bir anda, cenazelerin kampa getirildiği haberi geldi. Yakınlarını kaybeden herkes ora- ya koştu. Bu defa gerçekten kıyamet kopmuş- tu… Listedeki isimler okunarak yüzlerce ceset beyaz bezlerle kapatılmış halde kamyonlardan indiriliyor, ama hangi cesedin kime ait olduğu bilinmiyordu. Yanıp parçalanarak ufacık kalmış o cesetler, adeta bir vahşet manzarasıydı. İş ma- kineleriyle daha önceden kazınmış olan büyük bir çukura toplu hâlde indirilerek üzerleri ka- patıldı. Ağlamaktan bitkin düşen halk, ağır ağır kampa doğru çekildi. Ama bazıları gecenin geç vakitlerine kadar toprak yığını üstünde ağıt ya- kıyorlardı. Onları oradan ayırmak çok zordu.

 

O dönemde, amcamın oğlu Andican’da tıp okumaktaydı. Fergana’da yaşananların haberi oraya da ulaşmış, halk arasındaki gerginlik ve ayrımcılık orayı da etkilemişti. Fergana’ya ula- şım kolay değildi. Oğlundan haber alamayan yengem  her gün  ağlıyor,  ağıt  yakıyordu.  So- nunda kuzenim askeri kampa sağ salim ulaştı fakat her yeri yara ve morluk içindeydi; nefes almakta güçlük çekiyordu.

 

Tam o günlerde üniversiteden mezun olmak için sınavlara hazırlanan amcamın oğlu Veli, ya- şadıklarını şöyle anlattı:

 

“Bir sabah, sınava gitmek için odamdan çıktığım- da arkadaşlarım şaşkın bir hâlde, sen burada hâlâ ne yapıyorsun? Fergana’da sizinkileri kırıyorlar, dediler. Kafam Allak bullak olmuş, sınavı zar zor atlatmıştım. Eve gitmek için yola koyuldum. Arka- daşlarımdan bazıları gitmemem için beni uyarıyor, bazıları da, bırakın gitsin, bu da Türk değil mi, di- yorlardı. Otogara gittiğimde Fergana otobüslerinin sefer yapmadığını gördüm. İçinde bir Ermeni, bir Koreli, bir de Rus bulunan bir taksiye binmeye ka- rar verdim. Yol boyunca, onlar olayları yorumlayıp Ahıska Türklerini suçlarken ben sesimi çıkaramıyor, Türk olduğumu anlamalarından korkuyordum. Öz- bek şoför, bu konuşmaların hiçbirine karışmıyordu.

Fergana’ya ulaştığımda, taksi bizi şehrin girişin- de bıraktı; ben de şehir merkezine kadar yürümek zorunda kaldım. Şehir adeta savaş alanına dönüş- müştü. İnsanlar telâşla koşuşturuyor, yıkık dökük evlerden dumanlar yükseliyordu. Her sokak köşesinde, ellerinde gaz dolu şişeler tutan esmer, gözü dönmüş adamlar etrafı gözetliyor, insanları inceli- yorlardı. Özbek olmadıkları belliydi. Muhtemelen başka ülkelerden getirilen terörist gruplarıydı. Ara- larında, onlardan biriymişim gibi rahatça dolaşmaya çalışıyordum. Kimsesiz sokaklarda ise hızlı şekilde koşuyordum. Kendimi şehir çıkışındaki bir minibüs durağında bulduğumda, köyümüze gidebilecek bir minibüse rastladım ve tıklım tıklım olmasına rağ- men güçlükle oraya sıkıştım. Köye yaklaşırken şoföre köyümün adını söyleyerek ücreti uzattığımda bana şaşkın hâlde baktı ve parayı almak yerine elime sertçe vurarak, “Çabuk in!” dedi.

 

Köy yolu hiç olmadığı kadar kalabalıktı. Yine o satırlı bıçaklı esmer adamların yollarda gezindiğini ve çoğunun Türklerin evlerini yağmalayıp eşyaları ateşe verdiklerini gördüm. Oradan hemen uzaklaş- mam gerektiğini düşündüm. Yolun karşı tarafındaki sık ağaçlıkların arkasına saklanmaya çalıştığımda beni fark ettiler. Pamuk tarlalarına doğru kaçmaya başladım. Ardımdan 30-40 kişi beni kovalıyordu. Tarla sulamakta olan çiftçilerin şaşkın bakışlarına aldırmadan uçarcasına koşuyordum. Zaman zaman dönüp baktığımda gitgide azaldıklarını fark etmiş- tim. Tarlayı geçip bir düzlüğe ulaştığımda uzakta bir grup asker gördüm ve artık kurtulduğumu düşün- düm. Fakat soluklanmak için biraz durduğumda o adamlardan ikisini karşımda buldum. Kestirme yol- dan önüme çıkmışlardı. Artık kaçacak yerim yoktu, üstelik çok yorgun ve bitkindim. O an Allah’ın bir mucizesiymiş gibi, önümüzdeki yoldan bir askerî araç geçiyordu. İçinde birkaç Rus askeri ve bir ko- mutan vardı. Can havliyle onlara el salladım. Onlar da el sallayıp işaret ediyorlardı. Araç benim yanım- da durdu ve komutan ne olduğunu sordu. Ben de, “Onlar benim peşimdeler!” dedim. Rahat bir şekil- de, “Arabaya bin!” dedi. Gösterdiği yere oturdum. Kampta annemin ve babamın ağlamalarıyla kendime geldim. Böylece o genç yaşımda, bir gün içinde üç defa ölüm korkusu atlatmıştım. Bu hadisenin üze- rinden yıllar geçmesine rağmen hâlâ uykularımda o kâbusu görüyorum…”

 

Kampta kaldığımız müddetçe zaman zaman askerler eşliğinde evlerimize uğrayıp gerekli eşyalarımızı almamız için izin verilmiş- ti. Ben de bir defasında, eve gitmek isteyen ağa- beyim ve birkaç akrabamla birlikte ağabeyimin evine gittim. Yıllarca birlikte yaşayıp dost bil- diğimiz Özbek komşularımız bizlere düşmanca bakıyorlardı. Etrafımıza toplanmaya başladı- ğında askerler bizi koruyordu. Ağabeyimin evi- nin pencereleri kırılmış, eşyaları talan edilmiş, her şey darmadağınık hâldeydi. Daha birkaç gün öncesine kadar cıvıl cıvıl bir hayatı olan bu evin hâli içler acısıydı. Bahçedeki hayvanları- mız aç ve susuzdu… Üç aylık yeni gelinin oda- sı perişan durumdaydı. Bazı önemli eşyaları, yorgan, battaniye gibi ihtiyaçları almak istedik. Gözüm, rahmetli babamın tek hatırası olan deri paltoya ilişti. Koşarak onu kaptım ve yıllarca sakladım…

 

On dört günlük sıkıntılı kamp hayatından sonra askerler, kapıda bekleyen yüzlerce ara- ca binmemizi emrettiler. Fergana Havaalanına götürülüyorduk. Ellerimize verilen küçük bir miktar parayla birlikte Rusya’ya gitmek üzere kargo uçaklarına bindirildik. Bu olay, dedele- rimizin babalarımızın yaşadıklarından çok da farklı değildi. Onlar da 1944 kışında yük ve hay- van vagonlarıyla sürülmüşlerdi… Bu da Ahıs- ka Türklerinin alnına yazılmış ikinci sürgünün başlangıcıydı… Uçaklar kargo uçağı olduğun- dan, zemine eşyalarımızı döşeyip üstlerine oturmuştuk. Yüzlerce insan iç içeydi.

 

Üç buçuk saatlik yolculuk boyunca, in- sanların mideleri allak bullak olmuştu. Bayı- lanlar, kusanlar vardı. Bunca ıstıraptan sonra Rusya’nın Tula Havaalanına indirildik. Otobüs- lerle uzun bir yolculuğa çıkarıldık. Yol boyunca aç olan halk, önlerine ne bırakılsa yemek zorun- da kalmıştı. Aryol vilâyetindeki bir köye götü- rüldük ve buraya yerleştirileceğimizi öğrendik. Bizi atları ve inekleri bağladıkları ahırlara dol- duracaklardı. Durmadan yağmur yağıyor, gök- yüzü adeta bizim hâlimize ağlıyordu.

 

Büyüklerimiz orada yaşamayı kabul etme- yeceklerini söylediler. Tekrar otobüslere bindik. Korkmuştuk ve kimsesizdik. Oracıkta bizlerin hayatına son verebilirlerdi. Neyse ki sonra bizi bir meslek lisesinin boş kalmış yurduna yerleş- tirdiler. Birkaç gün de orada kaldık. Bizim gibi binlerce Ahıskalı, Rusya’nın on iki ayrı bölge- sine dağıtılmıştı. Haberleşmek ve başka yerlere gitmek imkânsızdı.

 

Rusyalara  gittiğimiz henüz  bir  ay  bile  ol- mamıştı,  eşim  Azerbaycan’a  gitmemizi  öner- di.  İnsanlar,  başkalarına  belli  etmeden  azar azar oradan ayrılmaya çalışıyorlardı. Biz de Azerbaycan’ın Gence şehrine ulaştığımızda ra- hat bir nefes aldık. Orası hem bir Türk yurduy- du hem de anavatanımız Ahıska’ya az da olsa yakındı. Bu bize teselli veriyordu.

 

Azerî dostlarımız bize kardeş gibi kucak aç- tılar. Yer ve yiyecekler verdiler. Kendimizi ana- yurdumuzdaki gibi hissediyorduk. Ama onlar da dertliydi, mutsuzdu, zor durumdaydı. Dağ- lık Karabağ, Ermeni işgaline uğramıştı.Gence’de yedi sene yaşadık. 1996’da Türkiye’ye göç ettik. Burada, dedelerimizin ayak bastığı topraklarda Türk vatandaşı olma- nın şeref ve huzuruyla hayata devam ediyoruz.

 

 


                             MELİKE AZİZ

1957’de Özbekistan’ın Fergana şehrine bağlı Vadil köyünde dünyaya geldi. Babası Ahıska’nın Anda köyünden Fahri, annesi Kisetip’ten Yıldız’dır. Çocukluk ve gençlik yılları Vadil kö- yünde geçti. Tabii güzellikler içindeki bu köyde Kırgız, Özbek, Tacik ve Türkler birlikte kardeşçe ve dostça yaşıyordu. Çok küçük yaşından beri Özbek dilinde şiirler yazıyordu; bunlar birkaç tanınmış gazete ve dergide de çıkmıştı. Pamuk tarlalarında çalışır, kitap okurdu. 1983 yılında Fergana Devlet Pedagoji Üniversitesinin ilkokul öğretmenliği bölümünden mezun oldu. Ev- lendi. Öğretmenlik yaptı. Güzel bir hayatı ve iki de kızı vardı. Fergana faciasını yaşadı. Dü- zen bozulmuştu. Evini ve mesleğini kaybetti. Özbekistan’dan ayrıldı. Üçüncü kızı Gence’de dünyaya geldi. 1996’da ailece Türkiye’ye geldi- ler. Aydın’da yaşıyor.

KAYNAK: www.ahiska.org.tr/